Ağaç, estetik özellikleriyle ve hayatın doğumdan ölüme kadarki dönemlerini sembolize etmesi sebebiyle bütün kültürlerin mitolojisinde önemli bir yer tutar. Dolaysıyla ağaç, varoluşu, canlılığı, huzuru, bereketi ve sükûneti temsil eder. Osmanlı’nın çınar ağacını sembol edinmesi bunun en güzel örneğidir. Aynı zamanda ağacın kışın kuru bir hâl alması, baharla birlikte yeşermesi de onun “yeniden dirilişi” simgelemesi şeklinde yorumlanabilir. Üstat Bâki, meşhur gazelinde ne güzel der:
Nâm u nişâne kalmadı fasl-ı bahardan
Düşdi çemende berk-i dıraht İ’tibârdan
Eşcâr-ı bağ hırka-i tecride girdiler
Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan
Bizim kültürümüzde de ağaç ya da “hayat ağacı” kökleri, gövdesi ve dallarıyla dünyanın üç tabakası olan gökyüzünü, yeryüzünü ve yeraltını temsil eder ve buralara geçişi sağlayan köprü görevini görür.
Kur’ân-ı Kerîm’de şecer ya da şecere sözcüğü hem bitki hem de ağaç anlamına gelir ve yirmi altı yerde geçer. Zeytin, incir, nar, hurma gibi ağaçlar da isim olarak anılır. “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile onu mutlaka dikiniz” diye buyuran Peygamberimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye göç eder etmez, burada bir ağaçlandırma faaliyetine giriştiklerini de siyer kitaplarından öğreniyoruz.
Ünlü yazar Hermann Hesse “Ağaçlar” adlı kitabında yer alan başlıksız şiirine şöyle başlar:
“Kalbim sizi selamlar, siz sadık ağaçlar,
Yücesiniz, güçlüsünüz hâlâ,
Âşıkken ilk hayallerimi bir zamanlar
Saklamıştım gecenizin koynunda.”
Ağaçların “hayatın kadim yasasını” söylediğini, “onlarla konuşmayı”, onları “dinlemeyi” bilenlerin hakikati öğreneceklerine vurgu yapan Hermann Hesse: “Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için” der. Ağaçların hayatımızdaki yerine dair de şunları der Hesse:
“Üzgün olduğumuzda ve hayata katlanamadığımızda bir ağaç şöyle konuşabilir bizimle: Sus! Bak bana! Yaşamak kolay değil, yaşamak zor değil. Bunlar çocuksu düşünceler. Bırak konuşsun içindeki Tanrı, o zaman susacaklar. Yolun seni anandan ve yurdundan uzaklaştırdığı için endişelisin. Ama attığın her adım, her yeni gün seni anana yaklaştırır. Orası ya da şurası değildir yurdun. Yurt ya içindedir ya da hiçbir yerde.”
Kolektif Kitap Yayınları’nın bu kitabını Zehra Aksu Yılmazer’in enfes çevirisinden okudum. İyi ki okumuşum. İsmail Karakurt’un “GÖZAĞAÇ”ını (Kayıp Kayıt Kitap, Ekim 2023) Hermann Hesse’in “Ağaçlar” kitabının rehberliğinde okudum bir bakıma. Bu kitap, İsmail Karakurt’un şiir dünyasına girmemi kolaylaştırdı diyebilirim. Kimi yerde İsmail Karakurt’la Hermann Hesse’in duygularının örtüştüğüne de tanık oldum. İsmail Karakurt:
“bellek unutur / bile bile geçilir o yollardan / tek dil vardır yol boyunca / bazı ağaçların duruşuna benzer” derken, Hermann Hesse’in şu duygularıyla buluşturur bizi: “Yollara düşme özlemiyle kederlenir yüreğim, akşamları rüzgârda uğuldayan ağaçları duyduğumda. Sessizce, uzun uzun dinlersiniz, bu özlemin esası da anlamı da çıkar ortaya. Sanıldığı gibi acıdan kaçıp gitme arzusu değildir bu. Yurda, ananın belleğine, hayatın yeni kıssalarına duyulan özlemdir. Eve götürür insanı. Her yol eve götürür, her adım doğumdur, her adım ölümdür, her mezar anadır.”
İsmail Karakurt, tabiatı daha özelde ağacı şiirinin merkezine alır. Tabiat da Allah’ın ayetlerindendir ve onu okumamız imanımızın bir gereğidir. Şair, “Gözağaç”ta bir mümin duyarlığıyla hayatı ağaçla bütünleştirir. Kimi yerde ağaçla konuşur, kimi yerde ağacı konuşturur. Bunu büyülü, gizemli bir dille yapar. Sözcükler tüm anlam donanımlarıyla hayatı işaret ederken, birden, yanı başımızda olduğu halde ondan habersiz olduğumuz tabiatın derinliklerine, gizlerine taşır bizi, pek çok anlam katmanlarıyla. Ağaç adeta sözcüsü, güngörmüş bilgesidir tabiatın. Onda ne varsa, bizim hayatımızda da o vardır. Onda olanın farkında olmadığımız için, bizde olanın da farkında değiliz. Ağaç bunu fısıldar bize: “dallarından patlıyor / yeryüzüne damlayan / gözyaşı bilgisi / sesi soluğu kirlenmiş kuş desen / gövdemi gagalıyor”
İsmail Karakurt’un şiirinde tabiat ve bu tabiatın içindeki hayat hiç de durgun bir hayat değil. Her şey savaş halinde… Çünkü insan sığınağını kaybetmiş durumda. Sükûnetini kaybetmiş durumda. Oysa sakin bir sığınaktır özlemi: “öldürür savaştır o / petrol kürekleri / ve kibrit yağı” derken, sanki bugünü anlatır: “aldırmaz yeryüzünün lanetlileri / ne var ne yok / çocuklar yine tüylü ateşler giyecek / sonrası yas çalışması / ev desen soğuk”
Çağın açtığı en büyük boşluk: Düş kırıklığı. İnsanoğlu düşlerini yitirdi. Düşsüz ve geleceksiz: “düşler kırık / geçti kervan / kaldım kuytularda / bir ağaçla ben”
“Her insan bir hikâye bir endişe, nerede başlar nerde biter” sorusu şairin ve şiirin hep gündeminde olmuştur. Bu varoluşsal soru yorar insanı: “ey bahçeler ey ağaçlar ey yorgunluğum” Cevabını tabiatta bulmaya çalışır şair: “ağaçlardan duyulur insanı ören ses” der. Dolaysıyla, İsmail Karkurt’un şiiri, ufku geniş bir şiirdir. Bu ufuk genişliğinde, şairin tabiata dair bire bir yaşanmışlıklardan edindiği birikimin payı büyüktür: “sıradan sabahında / yazın / nicedir ağacın söküğünden konuşuyorum / ağacının gözünden / huş ağacının”
Şu tevafuka bakınız ki Hesse’in de “Huş Ağacı” şiiri var. İlk dörtlüğünü alıyorum buraya:
“Bir şairin düşlerinin sarmaşığı / Dallanıp budaklanamaz daha zarifçe, / Daha kolay bırakamaz kendini rüzgâra, / Daha asil yükselemez maviye.”
Zarif duygular içeren şiir mi istiyorsunuz, okuyun İsmail Karakurt’un “Gözağaç”ını.